Madem derin devlet var, bir de “derin din” var.


YOU ARE HERESınıflandır / ihsan eliaçık / Türkiye’de derin din

Türkiye’de derin din

By ottoman - Posted on 07 July 2009
Türkiye’de derin din
Madem derin devlet var, bir de “derin din” var.
Önce iki anekdot:
1- Havuzlu bir cami… Ramazan ayının ilk haftasında mahalleli yurdum insanı havuza hücum ediyor. … Eşarbını, saçından bir tutam kakülü görünecek şekilde ve “çene altından” düğmeleyerek bağlayan ilkokul mezunu veya terk yüzlerce kadın… Telaşla havuzdan kaplarına su dolduruyorlar. Çocuğu olmayanlar, hamileler veya yeni doğmuş çocuklar bu “zemzem” suyundan içerlerse hasta olmazlarmış… “Hz. Hızır” zemzemi Kabe’den caminin içine getirmiş… Spiker caminin hocasıyla söyleşi yapıyor havuzun başında.
Devletin derini oluyor da dinin derini neden olmasın?
Geride kadınlar ne spikere, ne kameraya, ne de hocanın dediklerine dönüp bakmıyorlar bile. Caminin hocası bu havuzun “şebekeden” gelen suyla yapıldığını; dertlere deva, hastalıklara şifa, kısırlığa veda durumlarının olmadığını anlatıyor ha anlatıyor… Spiker “Bunları vatandaşlara söylemiyor musunuz?” diye soruyor. “Bakın dinleyin anlatılanları” diyor kadınlara bir yandan da ama nafile; hiçbiri dönüp bakmıyor! Hoca gayet dertli: “Kızım dinlemezler boşuna uğraşma. Ben neler yapım neler. Yazılar yazdım bak (Duvarda ‘Dikkat! Şebeke suyudur’ yazıyor), topladım konuşmalar yaptım, ayet okudum, hadis okudum, ı ıhh fayda etmiyor. Bak görüyorsun doldurup doldurup gidiyorlar, başka bir dünyada onlar…”
2- Almanya’da “Türkler’de din” üzerine gurbetçi çocukları üzerine bir araştırma yapılmış. “En son neyinizden vazgeçmezsiniz?” diye sorulmuş. Sonuç çok ilginç: İçki içebileceklerini, kumar oynayabileceklerini, bara, diskoya gidebileceklerini, çapkınlık, hovardalık edebileceklerini, Alman biri ile evlenebileceklerini, Hristıyan olabileceklerini, hatta Türklükten çıkıp Alman bile olabilecekleri söylemişler ama bir şey var ki asla: domuz eti yemeyiz!
***
“Eşarbını, saçından bir tutam kakülü göstererek ve “çene altından” bağlayan İlkokul mezunu veya terk yüzlerce kadın…”
Nazım Hikmet’in tarifiyle:
“başka ve çok küçük bir dünyadan gelmişler gibi
korkunç ve mübarek elleri
ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle
anamız, avradımız, yarimiz
ve soframızdaki yeri
öküzümüzden sonra gelen
oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan
kadınlar,
bizim kadınlarımız…”
“İçki içeriz, bara, diskoya gideriz, din bile değiştiririz ama domuz eti asla” diyen o çocukları yetiştirenler de onlar… Feleğin binbir çemberinden geçmiş bir bilmişlikle “Türk erkeğinin atına (arabasına), silahına, içkisine, kumarına ve çapkınlığına ses etmeyeceksin, bileceksin fakat bilmemezlikten geleceksin” diyen, “mutlu yuva” çözümünü böyle bulan o “bilge” (!) kadınlarımız…
Şeyhler, hurafeci hocalar, cinci mollalar, seydalar, muskacılar, üfürükçüler, şifreciler hep bunlardan güç alıyor, bunlar sayesinde meşhur oluyor…
Çünkü toplumumuzun en “savunmasız” kesimi bunlar ve gayet donanımsızlar. Sulu bir göz, uzaklara bakan bir eda ve genizden gelen “mistik bir telkin” ile hemen etki altına girebilecek durumdalar.
Kimse boşuna efelenmesin; diniyle, devletiyle “Derin Türkiye’nin” arkasında bu kadınlar var. Öyle ya her başarılı (!) din-u mubin hizmetinin arkasında bir kadın(lar) vardır!
Bunlar Türkiye’deki “derin din”in taşıyıcıları, yıkılmaz kaleleri…
***
Türkçe’de “derin” has mı has eski Türkçe sözcüklerden. Farsça’dan mı Türkçe’ye geçmiş, Türkçe’den mi Farsça’ya geçmiş tam belli değil. Eski Türkçe’de (11. yy) “terin” şeklinde geçiyor.
“Ter” Farsça’daki “der” ile aynı anlamda; -de, iç, içinde, içeri manası veren bir edat. Ender şeklinde de söyleniyor. Avesta dilinde (eski Farsça) a(n)ter, Hind-Avrupa dil kökünde ise en-ter olarak okunuyormuş. İngilizce’deki iç, içeri, giriş anlamına gelen “enter” de bu kökten.
Demek ki her şeyin bir içi, içerisi; -desi, teri, enteri var. İngilizce bir sitede “enter”i tıkladığınızda nasıl içe, içeriye, daha derine giriyorsanız, görünen devletin veya görünen dinin derinine de böyle girebilirsiniz. Görünenle yetinmemelisiniz.
Yunus’un dediği gibi insan bile böyledir; “Bir Ben var Ben’den içeru…”
Demek ki bir de din var dinden içeru…
“Enter” yapıp girelim bakalım neymiş bu dinden içeru din; derin din…
***
Turan illerinde (Türk kavimlerinde) ikibin yıldır değişmeyen bir Tanrı ve din anlayışı var. Öyleki sonraki dinler sadece bir görüngü değişimi oluyor. Yeni kabul edilen din ikibin yıldır değişmeyen ve dipten akan “derin dinin” kalıbına dökülüyor, yeniden biçim (form) alıyor. Bu manada “Türkler iman etmez din değiştirir” sözü ipucu olabilir.
Hemen anlaşılabileceği gibi bu derin din Şamanizmdir.
Şöyle ki: 1- Türkler ikibin yıldır Mavi Göğün Tanrısı’na (Uluğ Tengri) iman ederler. 2- Şaman (aracı, ruhlarla ilişki kuran, cinci) olmadan yapamazlar. 3- Atalar kültü (mezar, türbe, yatır, kutsal yer, gün ve geceler) esastır. 4- Kurban (ritüeller) dinin direğidir ve 5- Domuz lanetli hayvandır.
İşte “derin din” bu beş esas üzerinden akar ve iki bin yıldır hiç değişmez. Hangi din olursa olsun eğer Türklerin dini olmak istiyorsa bu kalıba girmek zorundadır. Aksi halde Turan illerinde yaşayamaz.
Bunlara daha da yakından bakalım (enter yapalım):
1- GÖK TANRI: Sibirya’dan Akdeniz’e kadar Avrasya coğrafyasının iki bin yıldır değişmeyen tanrısı “Mavi Gök” anlamına da gelen Kök Tengri’dir. Ne Hristiyanlık, ne Musevilik, ne Maniheizm, ne Budizm ne de Müslümanlık bu ismi değiştirememiştir. Bu coğrafyada din değiştiren halkların hangi dine girerse girsin Tengri (Tanrı) ismini değiştirmediklerini görüyoruz. Moğol ve Kalmuklarda Tengri, Buryatlarda Tengeri, Volga Tatarlarında Tengere, Beltirlerde Tengir ve günümüz Türkiye Türkçe’sinde de Tanrı olarak kullanılan bu sözcük tanrısal olanı ifade için kullanılıyor. Hatta Çinlilerde Tei, Tao, Sümerlerdeki Tingir (Dingir), Latin dillerindeki Teo/Dei (Teoloji/Deizm) de bu köktendir.
Türkler, Müslümanlıkla karşılaşınca acaba neden Tengriciliği bırakmadılar?
Turan illerinde Tengri adına yapılmış herhangi bir putun bulunamayışı da gösteriyor ki Türkler, Tengri’ye, her şeyi yaratan, ezeli ve ebedi gök tanrısı olarak inanıyorlardı. Kur’an’da Allah için “O Gökteki” tabiri kullanılır. (Mülk 16,17). Bu nedenle Tengri, Kur’an’ın Allah’ına yatkındır. Fakat sadece göğün değil yerin de, doğunun da, batının da, tüm alemlerin de rabbinin Allah olduğu vurgulanır.
Tengricilikte kozmik düzen yani dünyanın ve toplumun örgütlenmesi ve insanların yazgısı Uluğ Tengri’ye bağlıdır. O halde her hükümdarın ünvanını Gök’ten alması gerekir. Orhun yazıtlarında şu ifadeleri okuruz: “Babam Kağan’ı yükselten Tengri… İmparatorluğu veren Tengri, o Tengri beni de Kağan yaptı…” Çin modeline göre de kağan Göğün Oğlu’dur. Aynı inanç Moğol devrinde de vardır: “Ezeli ve ebedi Göğün yetkisi ve gücüyle Han oldu…” (Eliade, J.P. Roux).
Kur’an’da ise Tanrı oğlu inancı kökten reddedilir: “Allah birdir, bölünmez bir bütündür. Doğurmamış ve doğurulmamıştır. Hiçbir şey O’na denk olamaz.” (Tevhid; 1-3). Böylece imparatorların (siyasi iktidarların, devletin) yetki ve meşruiyeti gökten yere indirilmiş ve halkın (en-Nâs) eline verilmiş oluyor.
Tengri’nin gücü ve tekliği, hükümdarın gücü ve tekliği ile sürdürülür. Kargaşa hüküm sürmeye, boylar dağılmaya, ortada imparotorluk diye bir şey kalmayınca Tengri bir “deus otiosus”a (boş, uzak, emekliye ayrılmış tanrıya) dönüşme, yerini ikincil gök tanrılarına bırakma veya paramparça olma eğilimine girer. Hükümdar kalmayınca gök tanrı da unutulur, halk tapımı güçlenir ve başat hale gelir… Moğollar her birinin kendi ismi ve belirli bir işlevi olan 99 tengri bilirdi. Tengri’nin pasifleşmesi ve parçalanmasını fırtına, bereket, yeraltı vs. başka tanrılarla özdeşleştirme izler. Örneğin Tunguzların Buga’sına tapınma yoktur; her şeyi bilir, ama insanların işine karışmaz, hatta kötülükleri bile cezalandırmaz. Yakutların Toyon’u göğün yedinci katında oturur, her şeyi yönetir, ama yalnızca iyilik yapar cezalandırması yoktur. Altayların Tengere’si yerini Bay Ülgen’e (Çok Büyük) bırakır ama sadece çok büyüktür o kadar, ona sadece at kurbanı (ritüel) sunulur.
Bu anlayış hala değişmiş değildir.
“Deus otiosus” Latincede ‘boş tanrı’, “uzak tanrı”, “emekliye ayrılmış, ununu elemiş eleğini asmış tanrı” demektir. Platon’un ‘Yasalar’ının onuncu kitabında inançsızlar üçe ayrılıyor: tanrıları tümden yadsıyanlar, tanrıların dünya işlerine sırt çevirdiğini ileri sürenler ve tanrılara rüşvet verilebileceğini düşünenler. İşte ‘deus otiosus’ bu ikincilerin inandığı tanrı: dünyayı yaratmış olsa da olmasa da dünya işlerine kendi karışmayan bir tanrı… Kimi eski dünya dinlerinde, eski Türkler ve Araplar’da ve aydınlanmacı deizmde olduğu kadar Aristo ve Epikouros gibi kimi eski Yunanlılarda da bu tanrı anlayışı vardır.
Kur’an ise şöyle der: “İlk yaratma ile yorulup emekliye mi ayrıldık? Hayır, boyuna yeniden yaratmaya (halk-ı cedid) bir türlü inanamayan kendileridir. Açın kulağınızı! İnsanı Biz yarattık, nefsinin ona ne fısıldadığını çok iyi biliriz. Biz insana şahdamarından (hablu’l-verid) daha yakınız.” (Kaf; 15-16).
Keza Kur’an’a göre Allah’ı uyku ve uyuklama tutmaz, Allah’ın güçleri (melekeleri) vardır, her an her yerde gücünü ve kudretini gösterir. Yüzünü her nereye dönsen oradadır. Tanrı tek bir tanedir, ondan başka tanrı veya yarı tanrı yoktur! Moğolların 99 tengri, Yunanlıların 12 yardımcı tanrı, İbranilerin 4 büyük tanrısal melek dediği aslında o tek bir Allah’ın isim, sıfat ve özelliklerinden (melekelerinden) başka bir şey değildir. İster Allah deyin ister Rahman (ister Tengri, ister Tao, ister Brahman, ister Zeus) tek bir tanrı vardır ve bütün güzel isimler (Esmaü’l-Hüsna) O’nundur.
Görüldüğü gibi derin dinde tanrı, hükümdar, güç, kudret, devlet ve imparatorlukla ilgili algılanıyor. Bunlar yoksa tanrı da unutuluyor, pasifleşiyor. Tengri insanların dünyasında belirli bir ırkta, güçte, kudrette, mülkte ve devlette tecelli ediyor, halkta; zayıfların, ezilenlerin, yoksulların arayışında, çeresizin umudunda, mazlumun acısında değil… Türklere dirlik, düzen, devlet ve kut veriyor, öteki milletlere değil…
Yani Turan’ın Tengri’si, Kur’an’ın Allah’ı gibi herkesin tanrısı (Alemlerin Rabbi) değil…
İbraniler ve eski Araplar de böyleydi. “İsteseydi Allah’ın doyuracağı kimseyi biz mi doyuracağız?” (Yasin; 47) derlerdi. Yani fakirin Allah’ı var madem, o doyursa ya, bize ne? Bize güç, kudret, mülk, devlet ve imparatorluk verecek tanrı lazım!
2- ŞAMANLIK: Gök Tengri pasifleşip bir deus otiosusa (emekliye ayrılmış tanrıya) dönüşünce… Yaratıcı olsa da eserleri (dünya ve insan) şeytani bir düşmanın kurnazca müdahelesiyle bozulunca… İnsan ruhu savunmasız kalınca… Cinlerin ve kötü ruhların yol açtığı haslıklar ve ölümler arttıkça… İnsan göğe ve yer altı katmanlarına giden karmaşık metafizik yolları bilemeyince derin dinde “Şamanlık” sahneye çıkar.
Şaman, kendiliğinden bir esinle, şamanlık mesleğini soyundan miras alarak veya kişisel bir kararla ya da kabilenin isteği ile şaman olur. Seçim yöntemi ne olursa olsun şamanın çifte eğitim almış olması gerekir: 1- Esrime (düşler, görüler, rüyalar, kendinden geçme halleri) 2- Yetiştirilme (şaman teknikleri, cin kovma, ruhların adları ve işlevleri, kabile mitolojisi, soy kütüğü, gizli dil vb.)
Mistik esinin belirtileri şunlardır: Şaman adayı tuhaf tavırlarıyla topluluktan ayrılır. Dalgınlaşır, yalnız kalmak ister, rüyalar görür, mistik görüleri vardır, uyurken şarkı söyler vs. Soydan geçen Şamanlıkta ise ata Şamanların ruhları aileden birisini seçer. O zaman bu kişi hayalcileşir, kehanet görüleri belirir, ruhlar alemine gider, orada mesleğin sırları, ruhların isimleri ve onlara tapınma biçimleri konusunda ata Şamanların eğitiminden geçer. Ruh bu yetişme (erginlenme) işlemi tamamlandıktan sonra yeniden bedenine döner. Artık kalplerden geçeni bilmekte ve aynı anda birkaç yerde birden olabilmektedir. Siz yeter ki “Medet ya Şaman!” deyin…
Şamanların özel giysileri (cübbeleri) vardır. Giysilerin üzerinde her birinin ayrı anlamı olan işaretler bulunur. Cinlere ve hastalıklara karşı olduğu kadar kara büyüyle savaşırlar. Şamanlar ölüme, hastalığa, kısırlığa, talihsizliğe ve karanlıklar dünyasına karşı hayatı, sağlığı, doğurganlığı ve ışık dünyasını savunurlar. Cinler ve kötülük güçleriyle kuşatılmış yabancı bir dünyada insanlara yalnız olmadıkları duygusunu yaşatırlar.
Dualar edilen ve kurbanlar sunulan Tengri “uzakta, çok uzaklarda” kalınca şaman imdada yetişir. Göğe Tengri’nin katına çıkar, yeraltına inip cinlerle ve kötü ruhlarla savaşır. “Harikalar diyarında” dolaşır. Mucizeler ve kerametler izhar eder. Böylece her şeyin mümkün göründüğü, ölülerin hayata döndüğü, yaşayanların ölüp yeniden dirildiği, doğaüstü özgürlüğün kurgusal biçimde yansıtıldığı bir dünyanın perdesi aralanır. Şamancıl mucizeler “derin dinin” yapılarını güçlendirmekle kalmaz, imgelem gücünü de harekete geçirip besler, düşle somut gerçeklik arasındaki sınırları kaldırıp, tanrıların, ölülerin ve ruhların yaşadığı dünyalara pencereler açar.
Böylece din gerçek hayat mecralarında akan, gücünü yerlerin ve göklerin melekûtunda yani apaçık “kainat kitabında” gösteren/göstermekte olan “Allah” kaybolur, ölülerin, ruhların, cinlerin, ifritlerin, büyülerin, tılsımların, afsunların “Şamanı” gelir…
Yukarıdaki şaman özelliklerini iyi okuyun. Derin dinin, İslam’ın peygamberlerini de böyle algıladığını görüyoruz. Resullerin şaman formatına sokulduğu apaçık ortada… Etrafınıza bakın derin dinin görüngüleriyle karşılacaksınız. Şaman kılığında ve davranışlarında dinsel tipler göreceksiniz. O zaman derin din ile ne anlatmak istediğimi daha iyi anlayacaksınız. Bu tipler iki bin yıldır değişmeyen bu muhayyileden besleniyor. Yurdum insanı, “Uluğ Tengri”yi “uzakta, çok uzaklarda” algılayınca her mahallesine mantar gibi şaman üşüşüyor…
Onları besliyor, büyütüyor, palazlandırıyor. Eğer bu uzak tanrı algılaması olmasa şamanlar neden üşüşsün? Eğer Allah’ı şahdamarından daha yakın görse, enfusî (kendinde varolan) ve afâkî (çevrede, doğada) varolan apaçık ayetlerden bilgi, güç ve enerji devşirebilse Şamanlara ne gerek kalacak?
Demek ki şamancıl muhayyileyi, esasen o caminin içindeki havuzdan kabına su dolduran, söylenenlere hiç kulak asmayan, sanki başka ve küçük bir dünyadan gelmiş gibi ve “sofradaki yeri öküzümüzden sonra gelen” kadınlarımız ve onların kucağında yetişen nesiller sürdürüyor. Derin din onlar üzerinden gelecek nesillere aktarılıyor ve her dönemde yaşıyor…
3- ATALAR KÜLTÜ: Tengri “uzakta, çok uzaklarda” olunca şaman sahneye çıkar madem. O zaman şaman ölünce ne olur? Veya kötülükleri savmaya, ölüme, hastalıklara, kısırlığı gidermeye çare olamazsa ne yaparız? Ölmüş şamanları ve ata ruhlarını imdada çağırırız! Onlar nerede? Mezarlarda, türbelerde, yatırlarda… O halde türbelere, yatırlara hücum!
Macarca’da “İsten” tanrı demek. Nereden geliyor bu? Göktürk Devleti’nin kurucusu “İstemi Han” (öl. 756)’dan. Çünkü “derin din” de ölen hükümdar tanrı olur… Hükümdar ölünce Han, Kağan, Ata adıyla tanrılaşır.
Atalara tapınç çok eski bir kültür. Eski dünya dinlerinde çok görülen bir şey. Gücünü Allah’ın “yaşayan ayetlerinden”; insandan, hayattan ve doğadan çıkaramayan biçare kitleler şamanlara ve atalara sığınır, onlardan medet umarlar. Hükümdarları, kralları, büyük zatları ölünce tanrılaştırırlar. Öldüğüne inanamazlar. Ölse bile bir gün geri gelecek diye beklerler. Onları kaybetseler bile anılarıyla yaşarlar. Kutsal yer, gün ve geceler de buradan gelir. Çünkü onlar türbe ve yatırlarda yatmakta fakat anıları kutsal yer, gün ve gecelerde yaşamaktadır…
Aşağıda, Türkiye’de “derin din”in Müslüman, Hristıyan, Yahudi, Ermeni, Rum, Süryani, Yezidi, Alevi, Türk, Kürt vb. farklı kökenlere mensup dinî görünümleri nasıl aynı potaya soktuğuna, aynı biçimi nasıl verdiğine ve kendine nasıl benzettiğine dair 10 örnek göreceksiniz. Bunların hepsinde mantık aynıdır: Atalar kültü… Ölen kahraman (kral, peygamber, aziz, azize) yüceltisi, onun anılarıyla yaşama (kutsal yer, gün ve geceler) ve kimlik oluşturucu ve topluluğu (cemaati) ayakta tutucu “ritüel” olarak bunlara sarılma… Dikkatle bakarsanız bunları aslında sosyoloji üretmiş, saf din değil. Sonra sosyolojik ihtiyaç dini bir kisveye bürünmüş …
Ayias Theklas: Rumlar, Ayias Theklas adlı azizeyi andıkları bu bayramda, Büyükada Aya Yorgi (Ayios Yeoryios) tepesindeki manastıra çıkar, mucizesine inanılan Ayia Thekla ikonasını ziyaret ederler. Manastıra yalınayak çıkılır ve bir mum yakılarak ya da kandile yağ ekleyerek adak adanır.
Cemaat Bayramı: Yezidilerin (Ezidiler) en önemli bayramı… 7 gün sürer. Yezidilerin piri Şeyh Adi’nin bir araya getirdiği ilk cemaatin anısını tazelemek için kutlanır. Eskiden 23-30 Eylül arası kutlanan bayram, 20. yüzyılda 6-13 Ekim’e alındı. Tören, Şeyh Adi’nin türbesinin bulunduğu kutsal topraklarda yapılır. Törene, her aşireti temsilen bir kişi katılır.
Hızır Orucu: Daraldığı zamanlarında insanların imdadına yetiştiğine inanılan Hızır anısına tutulur. 13 Şubat’ta başlar, üç gün sürer. İnanışa göre Nuh Peygamberin gemisi fırtınaya tutulduğunda, gemidekiler “Yetiş ya Hızır (şaman) bizi kurtar” der. Tanrı dualarını kabul eder ve fırtına diner, işte o zaman Tanrı’ya üç gün oruç adanır. Aleviler arasında yaygın olan bu orucun bitiminde kömbe ve benzeri yemekler pişirilir, eşe dosta lokma dağıtılır… Alevi inancına göre Hızır ve Ilyas, Ab-ı Hayat’ı (ölümsüzlük suyu) aramaya çıkar ve bu suyun kaynağını bulup içerler. Böylelikle ölümsüzleşen Hızır karada, İlyas ise denizde yardıma muhtaç olanların imdadına yetişir. Kürtler, 6 Mayısta birbirine kavuşan Hızır (Hıdır) ve Ilyas’ın gizemli gücünden yararlanabilmek için çeşitli kutlamalar yaparlar. Baharın da müjdecisi olan Hıdrellez’de, parasının çoğalmasını isteyen gümüş bir parayı keseye koyup gül ağacının dalına asar, ev sahibi olmak isteyen çer-çöpten ev yapar, sağlık isteyen ise kırlarda yuvarlanır.
Mevlit Kandili: Mevlid, doğmak, doğum yeri ve günü anlamlarını birlikte içerir. Mevlid Kandili, Milâdi 571 yılında Rebiû’l Evvel ayının 12. gecesi dünyaya gelen Hz. Muhammed’in doğum yıldönümü olarak kutlanır. Türk İslam kültüründe bugün camilerde Mevlit okunur ve Hz. Muhammet’in ruhuna hatim indirilir.
Miraç Kandili: Hz. Muhammed’in, bir gece Mescid-i Aksâ’dan Allah’ın dilediği yüksekliklere çıkarılmasıdır. Bu gecede Cebrail , Hz. Muhammed’i Mescidi Haram’dan Mescid-i Aksâ’ya götürmüş. İslam Peygamberi burada Burak’a binerek Arş’a çıkmıştır. Allah, ona ve ümmetine beş vakit namazı bu gecede farz kılmış, Bakara Suresi’nin son ayetlerini indirmiş, cennet ve cehennemi göstermiş, cemaliyle müşerref kılmıştır.
Nevruz: (Newroz) Güneşin Koç burcuna girdiği gün. Türkler bu günü Ergenekon Efsanesi’ne dayandırarak, Asena adlı bir boz kurdun rehberliğinde demir dağın eritilmesiyle Türk boylarının Ergenekon Vadisinden kurtulduğu gün olarak şenliklerle anarlar. Bu günün demir dağın eritilmesine telmih olarak özelikle bir Ahilik geleneği olarak demir dövülür… Ancak Kürt inanışında bugün Demirci Kawa’nın zalim Dahhak’ı öldürerek halkı zulümden kurtardığı gündür. Bu efsaneye göre Dahhak, yakalandığı amansız hastalıktan kurtulmak için büyücü hekimlerin tavsiyesi ile her gün genç bir insan öldürerek beyinlerini ilaç niyetine yemekteydi. Demirci Kawa, oğlunun öldürülmek istenmesi üzerine isyan ederek halkı da arkasına alarak Dahhak’ı öldürür... Kürtlerde bu olayı temsilen Türkler gibi örs ve çekiçlerle demir döverler.
Paskalya: Büyük Perhiz’den sonra gelir. Paskalya haftası, İsa’nın çarmıha gerilişi ve ölümü haftasıdır. Rumlar, kendi inançlarına göre İsa Mesih’in çarmıhta can verdiği gün olduğuna inanılan Cuma günü perhiz tutar, et ve hayvansal gıda yemezler. Cumartesi gecesine dek yas tutulur. Cumartesi gecesi cemaat kiliseleri doldurur ve tam saat 24.00’te herkes bir mum yakarak, İsa Mesih'in temsili dirilişini kutlamaya başlar. Gece yarısından sonra eve dönüldüğünde kırmızı yumurta tokuşturulur. Paskalya Pazar günüdür. Öğle yemeği için zengin bir sofra kurulur. Saç örgüsü biçiminde yapılan Paskalya çöreği ise günün vazgeçilmez yiyeceğidir.
Hampartsum: Tüm kiliselerle birlikte Ermeniler de Surp Zadik’in 40. gününde İsa’nın göğe alınışını, Hampartsum Yortusu adıyla kutlar. Aynı zamanda bu adı taşıyanların isim günüdür. Hıristiyanlık öncesinde, bir tür bahar karşılaması olarak kutlanır ve Vicag (niyet) adını taşırdı. O tarihlerde, Vicag gününde gençler yaylalara çıkıp eğlenirler, kendi aralarında niyet çekerek bahtlarını öğrenirlerdi. Ermenilerin büyük bir bölümü, bugünde Hampartsum sofrasından marulu eksik etmez.
Purim: Musevilerin, bazı ülkelerde festival boyutları kazanan bu bayramından bir gün önce, özellikle Ester ismini taşıyanlar oruç tutar. Mordehay’ın yeğeni Ester, Kral Ahaşveroş tarafından beğenilerek kraliçe ilan edilir. Kralın veziri Aman, önünde diz çökmeyi reddeden Yahudi kavmini imha etmek için kralı ikna etmeye çalışır. Kraliçe Ester, bu durumu önlemek için kavminin üç gün boyunca oruç tutmasını ister. Kendisi de oruç tuttuktan sonra kralın huzuruna çıkarak Yahudilerin öldürülmesini engeller. Böylece Adar ayının 14. günü bayram ilan edilir.
Şahro Dmor Gabriyel: Süryani Kilisesi’nin azizlerinden Gabriyel, 634.-668 yılları arasında Mardin-Midyat yöresinde, Turabdin’de yaşadı. Geleneksel olarak Turabdin bölgesinde birçok azize Şahro kutlamaları yapılır. Bu azizlerin en önemlilerinden olan Aziz Gabriyel Gününde cemaat tüm çevre köylerden gelir, o gece manastırda kalır ve sabaha kadar azizin mezarı başında dua eder…
***
Bütün bunlar “Atalar kültü”nün (Kült: tapma, tapınma, ayin) derin dindeki yansımalarıdır.
Kur’an’da ise onca peygamberden bahsedilmesine rağmen onlarla ilgili hiçbir gün ve gece yoktur. Kur’an atalar kültüne düpedüz saldırır. Gerçek hayat dininin (dinu’l-gayyime) yayılması önündeki en büyük engellerden birisi olarak görür. Olumlu olarak kullandığı bir iki yerde ise onlardan kalan anıları ritülleştirerek kutsamayı değil; onların “yaptığı iyi şeyleri yapmayı” öğütler. Sürekli olarak geçmişe değil; şimdiye, ölüye değil; yaşayana, olmuşa değil; olmakta olana vurgu yapar. Keza İslam’da ritüel (nusuk) diğer dinlere nazaran iyice azaltılmış olup bambaşka bir amaç içindir. (bkz. ‘Din ve ibadet anlayışımız 1-2’ başlıklı makaleler).
İnsanlar geçmişten uzaklaştıkça ataları yüceltirler. Dikkat edin, hurafe uzak geçmişe gittikçe artar, yakına geldikçe azalır. Yaşanan ana gelince ise tümden yokolur. Çünkü yaşanan anda kimse bir şey uyduramaz. Olanca görünürlüğü ve test edilebilirliği ile apaçık ortada ve yaşanmaktadır. Kur’an’ın apaçık ortada olan (ayet) dediği şey işte budur.
Bu nedenle kör ölür badem gözlü olur. Bir büyüğün (kralın, peygamberin, azizin) hakkında hurafe uydurulması için ölmesi beklenir. Aşırılaştırmalar (övme veya yerme) sağlığından ziyade ölünce başlar. Çünkü ölünce nasıl olsa kendisi yoktur, cevap verecek durumda değildir. Sağlığında karşısına çıkamayanlar ölmesini beklerler ki hakkında atıp tutsunlar. Gayet kalleşçe olan bu yöntem yüz yıllardır sürüp gidiyor. Acaba neden?
Zayıf, bilgisiz ve biçare insanlar apaçık ortada olan (ayet) ve görünenden (şuhud) ziyade, görünmeyen (cinn), test edilemeyen (ğayb) güçlere yönelirler ve dertlerine çareyi onlardan beklerler. Çünkü bu gayet tembel ve kolaycı bir yöntemdir. Hastalığın nedenini, kısırlığın sebebini vs. araştırmaya, öğrenmeye gerek yoktur, bu gayet uzun ve zor bir yoldur. Bunun yerine caminin içinde Hızır’ın getirdiği mistik sudan doldurup içersiniz ve hiç bir şeyciğiniz kalmaz (!). Veya bir şamana gidersiniz o sizi tılsımla, afsunla iyileştirir.
Görülüyor ki bu zihin görünene değil; görünmeyene, yaşayana değil; ölene, bugüne değil; geçmişe, apaçık ortada olana değil; gizli olana, test edilebilene değil; test edilemeyene yönelmekte ve derdine devayı orada aramaktadır. Halbuki derdine deva görünende, yaşayanda, bugünde, test edilebilende, apaçık ortada olandadır. Allah bütün maddi ve manevi dertlere devayı (hikmeti) etrafımıza saçmıştır ve adeta gözümüzün içine içine sokmaktadır. Fakat sağır, kör ve dilsiz olunca bunları göremez insanoğlu. Sürünün çobanın sesini böğürtü olarak anlaması gibi doğadan gelen sesi (Allah’ın sesini) hışırtı, gürültü, zırıltı, patırtı zanneder. Daha özel, daha gizemli şeylerden medet umar. Bu nedenle yaşayanla ve görünenle tatmin olmaz, hep ölmüşe, görünmeyene yönelir.
Eski dünya dinleri ile gerçek hayat dini arasındaki farkı sanırım anlıyorsunuz. Bu farkı anlamadıkça İslam’ı zamanın ruhuna taşıyamayız, asrın idrakine söyletemeyiz. İnandığımız ve yaşadığımız aslında bir eski dünya dinidir fakat İslam olduğumuzu zanneder dururuz. Aslında “derin din”dir zihinlerimizi oluşturan, onu dönüştürmek için gelmiş gerçek hayat dini değil…
***
Bakınız, gerçek hayat dininde (Kur’an’da) Adem geçtiği yerde sen ben o bütün insanlar, Nuh geçtiği yerde bütün kurtuluş arayanlar, Yusuf geçtiği yerde bütün hayatta dibe vuranlar, sırtından çekilenler, İbrahim geçtiği yerde bütün soru soranlar, vicdanı uyananlar, çağının putlarından şüphe duyanlar, Ashab-ı Kehf geçtiği yerde bütün (tarih, gelenek, ırk, din, mezhep, cemaat) mağaralarında uyuyanlar, Zülkarneyn geçtiği yerde bütün krallar, otoriteler, devletler, hükmetme makamında olanlar, Musa geçtiği yerde bütün büyüleri bozmak için ayaklananlar, İsa geçtiği yerde bütün tapınak dinlerine başkaldıranlar, Muhammed geçtiği yerde bütün öksüzler, garipler, dünyaya adalet, alemlere sevgi ve merhamet getirmek isteyenler anlatılıyordur. Hangi isim geçiyorsa geçsin onun yerine kendimizi koyalım bizi, seni beni onu anlatıyordur.
Hepsi bugünü anlatır, bugünü!
Kadir gecesi bitmemiştir. Her kim Kur’an’ı anlaya anlaya okur ve yaşamaya başlarsa ona ruh iniyor demektir. Kur’an’ı okumaya, anlamaya ve yaşamaya başladığın gün/gece senin Kadir gecendir. Çünkü Kur’an’a göre vahiy ruhtur; ölmüş kalpleri diriltir, canlandırır, yaşam verir. Tâ selamete erinceye (kurtuluşa), sabaha kavuşuncaya (aydınlanıncaya) kadar kalplere iner de iner…
Ramazan bayramının asıl adı “Iydu’l-fıtr”dır. Yani fıtr sadakası verme, ötekini düşünme, paylaşma, bölüşme, kaynaşma, sevgi ve merhamet yumağı olma bayramı…
Kurban bayramının asıl adı “Iydu’l-edha”dır. Yani fedakarlık, canından geçme, canını cananına feda etme, fütuvvet (diğergamlık, cömertlik), kalenderilik (gösterişten kaçma, sadelik), ahilik/uhuvvet (kardeşlik) bayramı…[ki gerçek ‘derin dinin’ ahlaki kökleri buradadır. Bu da ayrı bir yazının konusu]…
Demek ki edha bayramı (derin din kurban diyor) büyük hac mevsiminde Allah’ın evi etrafında beyaz kefenlere bürünerek ve dünyanın dört bir köşesinden bulundukları yerden onlara katılanlarla birlikte yaşanır. Kaynaşılır, yakınlaşılır, yekvucut (tevhid) olunur, sen-ben ortadan kalkar, biz gelir. Yoksa Yeşaya’nın çığlığında geçtiği gibi (bkz. Yeşaya’nın çığlığı başlıklı makele) koyun, yün, deri, teke, et, bağırsak ve dana bayramı değildir!
Görüldüğü gibi gerçek hayat dininde zaten sadece bir tane olan gece (Kadir gecesi) kimlik ayırıcı ve topluluk oluşturucu bir ritüeller gecesi değildir. Kişinin selamete ermesi (kurtuluşa ermesi) ve sabaha ermesi (aydınlanmaya başlaması) ile ilgili bir durumdur. Yılda bir gün toplanmaya, ritüeller icra etmeye gerek yoktur. Ne peygamberimiz ne de sahabe böyle bir tören yapmamıştır. Sonradan “Nebiye atf ile binlerce herze uydurularak kurulan yeni (derin) dinin” ritüellerinden birisi haline gelmiştir. Çünkü derin din kutsal günsüz ve gecesiz yapamaz. O günün/gecenin yılın hangi gününde olduğu senin vicdanî yönelişine, Kur’an’ın bir ruh (yaşam, can, hayat) olarak kalbine inmeye başlamasına bağlıdır. Bu manada herkesin Kadir gecesi herhangi bir günde/gecede olabilir.
Keza gerçek hayat dininde bayramlar (fıtr, edha) da bir kişiyi (atayı) anmakla ilgili değildir. Bir tören ve ritüel icrası hiç değildir. Tamamen kalplerin kaynaşması, hayatın paylaşılması, bölüşülmesi, benliğin ortadan kaldırılması ve biz (bir/bütün) olma ile ilgidir. Dinler dünyasında bayramı böyle vazeden bir din görülmemiştir. İslam’ın reformcu niteliği daha bir anlaşılıyor olmalı. Siz siz olun dininizin kıymetini bilin ve bu gülü yapma çiçek demetine katmayın!
Derin dinin Gök Tanrı, Şamanlık ve Atalar kült’ünden (türbe, yatır, kutsal gün ve geceler) sonra son iki rüknü de Kurban ve Domuz’un lanetli olması ile ilgilidir. İlk üçünü ele aldık, son ikisi yazı çok uzuyor ikinci bölüme kalsın…
(Devam edecek).

Комментарии

Популярные сообщения из этого блога

Глава четвертая Служба пограничных нарядов

Наставление по охране государственной границы (пограничный наряд)

Глава вторая Основы охраны государственной границы пограничными нарядами